17.1.09

Revolutionary Road

Revolutionary Road
Yön: Sam Mendes (American Beauty, Jarhead)
Oyn: Leonardo DiCaprio, Kate Winslet, Michael Shannon
Sen: Justin Haythe (The Clearing)
Müz: Thomas Newman (American Beauty, Shawshank Redemption)
ABD/İngiltere
2008

Revolutionary Road, Sam Mendes'in American Beauty'nin stiline döndüğü ve "suburban" kilitlenmeleri anlattığı bir film olmuş. Senaryosu aklınızı başınızdan alacak bir özgünlüğe veya kusursuzluğa sahip değil fakat yine de kaliteli, fakat filmin sırtını dayadığı şey de zaten senaryosu değil, oyunculukları. Leonardo DiCaprio ve Kate Winslet'in elekriği mükemmel ve ikisinin de oyunculukları bu senenin en iyilerinden, fakat bu zaten beklenen bir şeydi. Benim bu filmden aldığım en büyük gizli tat ise Michael Shannon oldu, ekranda çok fazla gözükmemesine rağmen Shannon gerçekten çok ilginç bir karakteri çok güzel oynamış. Tüm bunların altında müthiş bir güce sahip hikayeyi ekleyince de elimizdeki filme kötü demek mümkün değil, fakat benim tadından zevk aldığım filmler arasında da değil maalesef.

Ha bir de, evet, arasöz'ün öngördüğü değişiklikleri de değiştirdim ben. 

B


16.1.09

Arasöz

Böyle olmayacak bu. Yazmak çok monoton olacak yoksa.

Hmm şöyle yapalım o halde, her Pazar, o Pazar'ın nokta koyduğu hafta neler tüketmişim onu, hepsini anlatmak zorunda hissetmeyerek, ama not vererek ve bir iki kelime karalayarak listeleyeyim.

Böylece yazmak çok monoton bir şey olmasın.

Evet evet.

Lost Odyssey


Lost Odyssey
Yap: Mistwalker (Blue Dragon)
Yay: Microsoft Game Studios (Fable I-II, Age of Empires I-III)
Tasarım: Daisuke Fukugawa
Yaz: Hironobu Sakaguchi (Final Fantasy)
Müz: Nobuo Uematsu (Final Fantasy, Super Smash Bros. Brawl)
J-RYO
Japonya
Xbox 360
2007-2008

Tüm Oyungezer dergisine "Senenin RYO'su ve oyunu Fable 2'dir be!" diye diretiyordum Ekim'den beri, seçimlerinden, dünyasından, Albion'undan bahsediyordum sürekli. Serpil ablayla da bunu konuşurken orada olan Ali girdi söze, "Abi Lost Odyssey oynadın mı?" dedi. Daha başındaydım fakat "Evet," dedim, "evet oynuyorum şimdi. Fable 2'den daha iyi olacak gibi gözükmüyor." Pis pis gülümsedi mi bilmiyorum, fakat söylediği şey aklımda her zaman pis pis bir gülümsemeyle söylenmiş gibi kalacak. "Thousand-year Dreams'e gel" dedi çünkü, "sonra da tekrar konuşalım.". Ne alakası var dedim, Fable 2 ayrı Lost Odyssey apayrıydı benim gözümde. Ali bir şey demedi, "Bekle sen"'den başka. Meraklanıp oynamaya devam ettim ben de Lost Odyssey'i.

Ben çok fazla ağlayan biri değilim, hiç olmadım. Son beş sene içerisinde sadece babaannem vefat ettiğinde ağlamıştım. Üç senedir hiç ağlamamıştım yani, üç koca senedir, Hanna's Departure'a, Kaim'in bin yıllık rüyalarının ilkine kadar. Öyle anlatmıştı ki bana Lost Odyssey Kaim'in rüyalarını, nefesle, ruhla, kusursuzlukla karışık bir duygu, sonunda ağlayan bir adam, koskoca, cüsseli, elinde 360 kolu, çocuk gibi, Hanna gibi ağlayan bir adam. Bir sinematik değildi Hanna's Departure, bir ara sahne, veya herhangi bir tür video değildi. Hanna's Departure bir kitaptı, ya da çok büyük bir kitaptan alınan bir sahneydi daha doğrusu. Lost Odyssey'in ara sahneleri de var, yanlış anlamayın, fakat onlar değil bana bunları yazdıran, benim bunları yazarken bile ağlamama sebep olan. Rüyalar. Basitçe, bir resmin önüne, değişik hızlarda ve şekillerde akan yazılar. Yazılarda anlatılanlar, anlatım biçimleri, asla tekrar hissi vermeyen kelimeler, anlamlar, duygular. Her şey kusursuz Kaim'in rüyalarında, anlatım yönünden. Kelimelerin sırası, cümle seçimi, müziğin ahengi, kokusu, her şey yerli yerinde, her şey doğru. Yanağınızdan akan her şey ilahi geliyor Lost Odyssey'in ruhu söz konusu olduğunda çünkü Kaim'in rüyaları en iyi kitap kadar ulaşmaya değer, Kaim'in oyunu ise o ulaşma çabasında sizi sıkmayacak kadar akıcı.

Yanlış anlamayın, Fable 2 benim için hala 2008'in oyunu... Ama bunun tek sebebi Lost Odyssey'i yeterince oynamamış olmam. Evet, biliyorum, oyunu "inceleyeceğini" iddia eden biri için doğru hiçbir şeyden bahsetmedim, ne oynanışından, ne başka bir şeyinden. Bahsetmek istemedim, herhangi bir oyun için de gerekmediği takdirde bahsedeceğimden şüpheliyim. Sadece anlatmak istedim ben, her zaman istediğim gibi.

A**

15.1.09

Vicky Cristina Barcelona


Vicky Cristina Barcelona
Yön: Woody Allen (Match Point, Annie Hall)
Oyn: Javier Bardem, Rebecca Hall, Penelope Cruz, Scarlett Johansson
Sen: Woody Allen (Match Point, Annie Hall)
Müz: Lisanslı
ABD/İspanya
2008

Öncelikle dürüst olayım, Woody Allen'ı pek sevdiğimi söyleyemem. Match Point'in Hitchcock'umsu stilinden etkilenmem dışında hatırladığım hiçbir Allen filmine olumlu yaklaşamadım, yaklaşmak istemedim belki de. Ama Vicky Cristina Barcelona, buna rağmen, bir şekilde izlemeyi istediğim bir filmdi. Belki konusu, belki oyunculukları, belki de aldığı Altın Küre yüzünden, bir şekilde Vicky Cristina Barcelona'yı izlemek istiyordum, en sonunda da izledim. Sorumuz şu o zaman, Allen, sevdirebilecek misin hocam kendini?

Filmin konusu genel olarak Allen'ın son birkaç filminde dışına çıkmaya çalıştığı şehir nevrotizmi temasına zıt denebilecek bir seviyede ilerliyor, kendini arayan bir kız, kendini bulup sonra kaybeden bir başka kız, kendinin nerede olduğunu bilen fakat ona ulaşamayan bambaşka bir kız ve ortasında, tam olarak ne olduğunu bilen bir adam. Bunların sadece "ne istediğini bilmek" üzerine dönmeleri bile yeterince keyifli bir seyir sunabilecekken Allen'ın garip seçimleri çıkıyor karşımıza. Oyunculuklar, tek başlarına bile karakterleri inandırıcı kılabilecekken senaryonun hızı elinde baltasıyla çığlık çığlığa buna dair tüm ihtimalleri yok ediyor. Ve evet, ben biraz huysuzum filme karşı.

Javier Bardem, film içerisinde müthiş bir performansla her şeyi çözmüş adam rolünü üstleniyor, yani Bardem'in karakteri Juan Antonio asla kişisel şüpheler yaşamıyor, geri düşmüyor, tökezlemiyor. Bu, sadece bu oturmuşluk yani, kağıt üzerinde felaket sinir bozucu. Fakat Bardem'in yorumu ve gözlerinin hareketsizliği (Langella'dan sonra Bardem'in de gözlerinin dikkatimi çekmesi çok şüphelendiriyor beni) karakteri anlaşılabilir bir noktaya çekiyor, anlaşılamayacak olan, Woody Allen'ın niye beş altı filmden sonra hala Scarlett Johansson'da direttiği.

Rebecca Hall güvensizliğini ve şüphelerini, senaryonun kendi karakterine dair yaptığı yanlışlarına rağmen çok inandırıcı bir şekilde sunuyor bize, Penelope Cruz ise kusursuz. İngilizce konuştuğu sahnelerde, nadiren ekranın içindeki bir kadına baktığımızı hatırlıyoruz, onun dışındaki her saniye Cruz role inanılmaz hakim ve ne yaptığını biliyor. Fakat iş Johansson'a geldiğinde şöyle bir duruyoruz. Scarlett Johansson devamlı mistik ve seksi gözüküyor, kırık ve hatalı gözükmesi gerektiği anlarda da, şüpheli ve pişman gözükmesi gerektiği anlarda da. Karakteri senaryoda filmin en kusurlu karakteri, fakat Johansson bunu Bardem'in başarıyla kaçındığı sinir bozucu kusursuzluğa çeviriyor. 

Ama filmin genel hızı zaten kendi başına yeterince sinir bozucu. Filmin ilk yarısı siz ne olduğunu anlamadan geçiyor, giriş kısa, fakat giriş-sonrası/gelişme-öncesi hazırlık dönemi heyecan verici ve komik sahnelerle dolu. Maria Elena'nın da resme dahil olmasının ardından geçen olaylar da gerçekten ilginç ve izlenmeye değer, fakat film, bitmesi gerekenden yarım saat sonra bittiği için, ağzınızda pis bir tat bırakmaya kararlı bir film kontenjanından giriyor 2008 filmleri arasına. Son yarım saat ilk bir buçuk saatin kötü, bozulmuş ve gereksiz bir kopyası gibi, alakasız karakterler alakasız roller üstleniyor, alakalı karakterler alakasız yerlere gidiyor, her şey ilk bir buçuk saatte gördüğümüz şeylerin tekrarı olduğu için klişe kokuyor ve sıkıcılık bir şekilde filmi ortalama bir seviyeye itiveriyor. Buna senaryonun hızını alamayıp giriş/gelişme/sonuç mantığına kafa göz girişmesini de ekleyince Vicky Cristina Barcelona'nın konusuna baktığınızda aklınıza gelen akıcılığa ulaşmamak konusunda ısrar ettiğini görüyorsunuz.

Evet, Woody Allen sevmiyorum, fakat Vicky Cristina Barcelona'dan umutluydum. Javier Bardem, Rebecca Hall ve Penelope Cruz'un performansları etraflarındaki vasatlıkla muhattap olmasalardı belki şu an muhabbetimiz daha iyi olabilirdi kendisiyle. Fakat olmadı, ve ben bir sonraki Allen filmine kadar Woody Allen sevmemeye devam edecek gibi gözüküyorum.

C

Frost/Nixon


FROST/NIXON
Yön: Ron Howard (A Beautiful Mind, Apollo 13)
Oyn: Frank Langella, Michael Sheen, Kevin Bacon
Sen: Peter Morgan (The Queen)
Müz: Hans Zimmer (Rain Man, The Dark Knight)
ABD/İngiltere
2008

Frost/Nixon hakkında garip bir şey var, daha doğrusu, filmin konusu hakkında. Film David Frost'un veya Richard Nixon'ın bir biyografisi değil, üstelik ikisinin de biyografik bir filme mükemmel konular oluşturabilecek olmalarına rağmen. Film, David Frost'un, Richard Nixon'la yaptığı bir röpörtajı konu alıyor. Bu garip, çünkü Frost'un Nixon ile olan röpörtajının politik anlamı her ne kadar büyük olsa da, bir filme yayılacak kadar sarsıcı değil, o yüzden filmin politik olmayı meşrulaştıracak kadar materyali yok. Aynı şekilde röpörtaj ve röpörtaja hazırlık sırasında geçen süre iki adamın da hayatında o kadar ufak bir bölümü oluşturuyor ki, filmin biyografik bir dayanağa oturması da mümkün değil. Peki nedir o zaman bize bir röpörtajın dramatizasyonunu seyrettiren?

Ron Howard, filmi, aynı Broadway oyunu gibi, iki merkez etrafına kuruyor, David Frost ve Richard Nixon, bu açık. Açık olmayan, filmin içerisinde saklanan bir tasarım kararı daha var ve o, filmin seyir istemesini meşrulaştırıyor: iki karakter, filmdeki diğer karakterlerin aksine, basitleştirilmiyor. David Frost'un araştırma takımı karikatürlerden ibaret, üç karakter var fakat üçünün de gerçek bir derinliği yok. Aynı şekilde Nixon'ın etrafındaki karakterler de tamamen boyutsuzlar, Kevin Bacon'ın oynadığı karakter bile ekranda çok fazla gözükmesine karşın belli bir derinlik kazanmıyor. Fakat iş filme adını veren iki karaktere gelince, ikisi de amaçları ve yaptıkları doğrultusunda deşiliyor, düşüşleri ve çıkışları sadece sonlara doğru, heyecanı arttırmak için doğaüstü bir seviyeye çekiliyor, fakat bunların tümü olup biterken bile Frost ve Nixon her zaman anlatılmaya değer karakterler olarak kalıyorlar. 

Eğer böyle bir şey deneyecekseniz, yani filmi tamamen iki merkez üzerine çekip diğer her şeyi basitleştirmeyi göze alacaksanız, tek bir şeye sahip olmanız gerekiyor, müthiş oyunculara. Ron Howard, bu konuda şanslı bir adam. Peter Morgan'ın daimi favorisi Michael Sheen David Frost'u mükemmel bir şekilde oynuyor, sahte gülümsemeleri ve ağzında donup kalan ifadeleriyle Frost hep etrafına ait değilmiş, sanki başka bir yerde olmayı o an her şeye tercih edermiş gibi bir his veriyor. Her şeyini kaybetmeye yaklaştığında ise Sheen dağılıyor, göz altı torbaları beliriyor ve gülümsemeler, sahte olanları da, yerini siteme, pişmana bırakıyor. Evet, Sheen işini harika yapıyor, ama mükemmel yapsaydı bile Frank Langella'nın yanına yaklaşamazdı.

Langella, Ron Howard'ın sinematografik olarak bir röpörtajı taklit etmesine mükemmel oturuyor zira. Ron Howard'ın çekim tarzı aynen bir röpörtaj şeklinde, kameranın ana odak noktası surat, solda veya sağda bir boşluk var, portreler ortada. Ve bunun ortaya çıkardığı şeyi zaman zaman oyuncular kaldıramıyor, Langella dışında. Langella, fiziksel olarak Nixon'a hiç benzemiyor, ne Nixon'ın meşhur sarkık yanakları, ne de fiziksel yapısı Langella'da bulunmuyor. Buna rağmen kamera odaklandığında Langella'nın gözleri devrilmeye, odaklanmaya, ağzı buruşmaya ve sadece suratının gözüktüğü anlarda bile vücut dili devreye girmeye başlayınca Nixon geliyor. 

Nixon'ın ve Frost'un bu kadar gerçekçi ve derin ele alınması filmi doğru zamanlarda doğru notalara bastıran bir olgu. Filmi seyrederken kendinizi birden yükselen atmosferin içinde buluyorsunuz, her iki karakterin de dibe düşüşünün gerçekçi portre edilmesi sizi sinemasal her anlamda bir sonraki için beklemeye itiyor ve en sonunda zirve anı geldiğinde filmin başından beri o noktayı beklediğinizi keşfediyorsunuz ve bu hoşunuza gidiyor. Morgan'ın müthiş senaryosu röpörtajın sakin ve beklentisiz olduğu noktaları bile dramatize edip güçlendiriyor ve Frost/Nixon, Howard'ın kamerasının kararlılığını da arkasına alıp küçümsenmeyecek bir noktaya koyuyor kendini.

O yüzden, benim film hakkındaki kararım kesin. Frost/Nixon, filme ismini veren iki karakteri dışarı çıkarırsak hiç matah bir film değil, fakat neyse ki az önce sarfettiğim cümle teorik olarak "insandan kalbini çıkarırsak geriye et kalıyor" gibi gereksiz bir cümle, zira cümlenin içeriğini değil de, cümleyi denklemden çıkardığımızda aklımızda sadece şu kalıyor: "bu film güzel ya."

B**

Önsöz

Bugün çok acayip bir gün oldu.

Önce odamdaki her şeyin yerini değiştirdim, pratik ve enigmatik bir dizilimi kafamda oluşturduktan sonra giriştim buna. Yatağı duvara bitiştirdim, televizyonu bir köşeye ittirdim, daha rahat bir koltuk bulup onu soktum odama. Sonra çalışma masasını (çalışmadığımdan) odadan yaka paça dışarı çıkardım. 

Ama bu yüzden acayip değildi ki.

Bugüne Frost/Nixon seyrederek başladım. Gecenin bir körü biten film hakkında konuşmak istedim, fakat bir değişiklik vardı. Hani kafanızın arkasında bir fikir güç biriktiriyormuş da tam o gün "ben de varım ki!" diye kendini gösteriyormuş gibi gelir ya bazen, bilmiyorum gelir mi yani, bana geldi. Her zaman gidip Damla ablaya "ya şu filmden söz edelim, bak şu albüm, şu kitap, şu şeyler bu beyler hüeylop!" diyerek paylaşırdım o konuşma hissini. İşte o arkada güç biriktiren fikir, bu sefer farklı bir şey yapmamı istedi benden.

Bir blog açtım ben de.

Halisünojen, bundan sonra, eleştirebildiğim her şeyi eleştirdiğim bir platform olacak. Oyunlar, diziler, albümler, kitaplar, filmler, çizgi romanlar, internet çizgi romanları... Her zaman bir şeyler arayıp burayı güncel tutacağım, en azından şimdilik plan bu. Bir zaman kısıtlaması olmayacak, yani içerik güncel olmayabilecek, sadece tüketimle alakalı bir şey olacak bu. Ne zaman tüketirsem, o zaman üreteceğim. Notlar A-B-C-D-E-F arası gidecek, numerik olarak bunlar Amerikan not sistemini takip edecek, 95 ve üstü A, 90-80 B, 70-80 C, 60-70 D, 50-60 E, 40-50 F olacak. 40'tan aşağı şeyleri zaten incelemeyeceğim, ve evet, E'nin Amerikan not sisteminde bulunmadığının farkındayım, evet bence garip bir şey (E de harf kardeşim) o yüzden koydum araya. Bir de evet, her iki harf arasında üç yıldız olacak, yani B, B*, B** ve B***, A'dan hemen önce gelen şeyler olacak. Yani A*** en yüksek notumuz bu sıralamada.

Her neyse.

Bugün acayipti yani.

Not: Blog'un url'sindeki typo'nun farkındayım, fakat halusinojen.blogspot.com kapıldığı için garip yollara başvurmak zorunda kaldım.